Mittwoch, 30. Juni 2010

Karıncalardan kurtulmanın yolları
Karıncalar belkide evimizdeki zararlı böceklerin en zararsızıdır. Zararsız olmalarına karşın tek kötü tarafları ise genelde evinizde bir kaç değil binlerce karınca olmasıdır.

Karıncalar yiyeceklerinizi yerler ve bozarlar, duvarlarınızda yürürler ve cinslerine göre sizi ısırırlar. Bunlara ilaveten etrafta görünmeleri canınızı fazlasıyla sıkar. Karıncalardan kurtulmayı zorlaştıran en büyük sebep, binlercesinin bir arada olmasıdır.

Mücadeleye başlarken önce kaynaklarını bilmeniz gerek; yuvalar evinizin içinde mi yoksa dışarda mı? Karınca gördüğünüz zaman takip edip nereye doğru gittiklerine bakın.

Nasıl kurtulunur;
Her zaman engelleyici tedbirlerden işe başlayabilirsiniz. Önce yiyeceklerin ağzını (özellikle tatlıların) sıkıca kapayınız. Eğer meyva suyu ya da kola türü bir meşrubatı yere dökerseniz hemen siliniz. Şekeri görünce karıncalar çılgına döner.

Evinizin çevresini toz yada sprey ilaçlarla ilaçlayın. Kalorifer böceklerine etkili olan borik asit evin içinde yuva yapmış karıncalara da etkili olur.

Marketlerde ve tarım ilaçı bayilerinde satılan çeşitli tür ilaçlarda etkili olur. Ama en önemlisi kaynağın doğru tespitidir.
Timsah gözyaşı deyimi nereden geliyor ?
Timsahlar avlarını yerken, ağızlarını çokça açtıklarında, gözlerinden bir sıvı salgılarlar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntüyle bir ilgisi yoktur. Buradan yola çıkarak, bir şeye üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan insanlar için “timsah gözyaşları döküyor” deyimi kullanılır. Sahtekârlık, iki yüzlülük gibi olumsuz bir anlamı vardır.

Hatirlayin

http://www.facebook.com/video/video.php?v=104153659637127
Lütfen bakin.
Bende unutmusdum bu sahneleri

Ayet

Bakara Suresi 2/116

“Allah, çocuk edindi” dediler. O, bundan uzaktır. Hayır! Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ındır. Hepsi O’na boyun eğmiştir.

Hz. Peygamberin Cuma Namazı

Hz. Peygamberin Cuma Namazı

Cuma günü zevalden önce kılınan namaz

Mücahid Ebû Halil’den, o Ebû Katâde’den, Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin cuma günü dışında günün ortasında namaz kılmayı mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. şöyle buyurmuştur : “Cuma günü dışında Cehennem tutuşturulur.” (Ebû Davud Cuma l083)[1]

İmamın minberden indikten sonra konuşması

Enes radiyellahü anh şöyle dedi: Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemi namaz için ikamet alındıktan sonra gördüm, bir kişi kendisi ile kıble arasında durmuş onunla konuşuyordu. Konuşup durdu, o kadar ki, Nebi sallallahü aleyhi ve sellemin uzun süre ayakta kalmasından dolayı bazılarımızı uyku basmıştı.” (Tirmizî Cuma 518)

Cumanın farzından sonra kılınan namaz

Abdullah b. Ömer radiyellahü anh şöyle dedi : Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Cuma namazından sonra mescidden ayrılıncaya kadar namaz kılmaz, ayrılınca evinde[2] iki rekat kılardı. (Buhârî Cuma 39, Müslim Cuma 71)

Abdullah b. Ömer, Cuma günü olduğu yerde iki rekat namaz kılan birini gördü ve onu iterek şöyle dedi : “Cumayı dört rekat olarak mı kılmak istiyorsun ? ” Abdullah evinde iki rekat namaz kılar ve şöyle derdi : “Resulüllah salallahü aleyhi ve sellem böyle yapardı. “(Ebû Davud Cuma l127)

Atâ, Abdullah b. Ömer ile ilgili olarak şunları söylemiştir : Mekke’de bulunur da Cumayı kılarsa ileri geçer iki rekat kılar, sonra ileri geçer dört rekat kılardı..Medine’de olduğu zaman Cumayı kılar, sonra evine döner iki rekat kılardı. Mescitde kılmazdı. Derdi ki, ” Resulüllah öyle yapardı.”(Ebû Davud Cuma)

Nafi’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer Cumadan önce namazı uzatır, Cumadan sonra da evinde iki rekat namaz kılar ve şöyle söylerdi: Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle yapardı. (Ebû Davud Cuma l128)

Ebu Hureyre radiyellahü anh Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Sizden biri Cumayı kıldıktan sonra dört rekat namaz kılsın” ( Müslim Cuma 67, Ebû Davud Cuma l131)

Ebu Hureyre radiyellahü anh Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Cumadan sonra namaz kılacak olursanız dört rekat kılın.”(Müslim Cuma 68, Ebû Davud Cuma l131, Tirmizi Cuma 523)

es-Sâib diyor ki, Muaviye ile birlikte maksurede (hünkar mahfilinde) Cuma namazını kıldık. İmam selam verince kalktım, aynı yerde namaza devam ettim. Muaviye bana birini gönderdi ve dedi ki, “Bu yaptığını bir daha yapma. Cuma namazını kıldıktan sonra dışarı çıkmadan veya biraz konuşmadan başka namaz kılma. Çünkü Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem bize böyle emretmişti. Konuşmadıkça veya dışarı çıkmadıkça bir namazın diğerine eklenmemesini isterdi.” (Müslim Cuma 73, Ebû Davud Cuma l128)

Cumadan sonra ikram

Sehl b. Sa’d radiyellahü anh anlatıyor: Tarlasında karıklar açıp çögender otu yetiştiren bir kadın vardı. Cuma günü olunca bu otun saplarını ayırır, onu bir tencereye koyar, onun üzerine değirmende öğüttüğü bir avuç arpayı atar, pişirirdi. Çögender otunun sapları yemeğin eti, kemiği olurdu. Cumadan döner, ona selam verirdik. O da bu yemeği önümüze kor, biz de onu yerdik. O kadının bu yemeğini yiyebilmek için Cuma gününün gelmesini arzulardık. (Buhârî, Cuma 40)

Namazın ve hutbenin uzatılmaması

Ammar b. Yasir dedi ki, ” Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem bize hutbleri kısa okumayı emretmişti. “(Ebu Davud Cuma 1106)

Cabir b. Semüre radiyellahü anh şöyle dedi: Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Cuma günü hutbesini uzatmazdı, söyledikleri bir kaç kelimeden ibaretti. (Ebu Davud Cuma 1107)

Cabir b. Semüre radiyellahü anh şöyle diyor: Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile beraber çok namaz kıldım. Namazı da orta halli, hutbesi de orta halli idi[3]. Kur’an’dan ayetler okur, insanlara görevlerini hatırlaırdı. (Müslim Cuma 41, Ebu Davud Cuma 1101)

Ebu Vail diyor ki, Ammar radiyellahü anh bize hitabetti, kısa ve güzel bir konuşma yaptı. aşağı inince dedik ki, ” Ebu’l-Yakzân, güzel ve öz bir hutbe okudun, biraz daha nefes sarfetseydin ya ? Dedi ki, ” Ben Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini işittim : Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması dini anladığının işaretidir. öyleyse namazınızı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Çünkü bazı konuşmalar büyüleyicidir. ” ( Müslim, Cuma 47)

Doc. Dr. Abdülaziz BAYINDIR

——————————————————————————–

[1]- Ebu Davud, hadisin altına düştüğü notta, bu hadisin mürsel olduğunu, çünkü Mücahidin Ebu Halil’den yaşlı olduğunu, (dolayısıyle ondan rivayette bulunamıyacağını) Ebu Halil’in Ebû Katâde’den hadis dinlemediğini ifade etmektedir.

[2]- “Evinde” ifadesi Müslim’de geçmektedir.

[3]- Buradan sonraki kısım Ebu Davud’da geçmektedir.

Hanefi Mezhebine Göre Cuma Namazı

Hanefi mezhebinde Cuma namazının kılınmasının farz olması için bazı şartlar koşulmuştur. Bu şartlardan birisi de Cumayı kıldıracak olan imamın sultan veya onun görevlendireceği bir kişi olmasıdır. Hanefî mezhebinin böyle bir görüşe varmasının sebeplerini okumamış olan bir kısım müslümanlar, burada sözü edilen sultan kelimesini devlet başkanı olarak anlamışlardır. Bu sebeple Cuma namazını ya müslüman devlet başkanının veya onun görevlendireceği bir kimsenin kıldırması gerektiği zannedilmektedir. Bu görüşe, bazı hayali gerekçeler de eklenerek, Hanefî mezhebinin Cuma namazı için belirlediği şartların Türkiye’de oluşmadığı öne sürülmektedir. Bu yanlış iddia şu şekilde özetlenebilir:

“Türkiye laik bir ülkedir. Burada devlet başkanının Cuma namazını bizzat kıldırması söz konusu değildir. Cuma namazı İslâmî egemenliğin bir simgesidir. Fakat laik yönetim İslam’ın egemen olmasını kabul etmez. Bu sebeple böyle bir yönetimin görevlendireceği imamların arkasında Cuma namazı kılınmaz.”

Allah’ın emrini yerine getirmekten başka arzusu olmayan ve çoğunluğu gençlerden oluşan kardeşlerimizden bir kısmı bu görüşün doğru olduğuna inanmışlardır. Günümüzde, bu sebeple Cuma namazını kılmayan ve bunu İslam’ın egemen olması uğruna yapılan bir cihat sanan insanlar ortaya çıkmıştır.

Hanefî mezhebi böyle bir görüşü asla kabul etmez. Bu gerekçelerle ortaya çıkan kişiler, Cuma namazı gibi bir ibadete engel oldukları için çok ağır bir vebale girmektedirler. Bu yanlış yoldan dönmedikleri sürece hem kendi günahlarını hem de onların görüşlerine dayanarak Cuma namazı kılmayanların günahları kadar bir günahı üstlenmeye devam edeceklerdir.

Şimdi Cuma namazı ile ilgili ayeti, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini ve güvenilir kaynaklarından Hanefi mezhebinin görüşlerini okuyalım.

1- Cuma Namazı İle İlgili Ayet

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

“Müminler, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allah’ı zikretmeye koşun ve alım satımı bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 62/9)

Dikkat edilirse ayette namaz kıldıracak kişinin durumuyla ilgili hiç bir hüküm yer almamaktadır. Cuma için davet yapılan ve ezan okunan her yerde iş, güç ve alım satım bırakılarak namaza koşmak icap eder. Ancak gerek namazın özelliği ve gerekse Peygamberin uygulamaları sebebiyle Cuma namazı için bazı özel şartlar koşulmuştur. İşte Hanefî mezhebinin, sultanın bulunmasını şart koşması böyle özel bir şarttır. Ancak bu ayette o şarta gerekçe olacak bir ifade yoktur.

2-Konu İle İlgili Hadis-i Şerif

Cabir bin Abdullah (r.a) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin bir gün şöyle bir konuşma yaptığını naklediyor :

“Ey insanlar! Ölmeden önce tevbe edip Allah’a yönelin. Meşguliyetler bastırmadan iyi işler yapmak için elinizi çabuk tutun. Sık sık hatırlayarak, gizli ve açık, bol bol sadaka vererek Rabbınızla aranızda bir bağ kurun. Böyle yaparsanız rızkınız bol olur, yardım görürsünüz ve açıklarınız kapatılır.

Şunu iyi bilin ki, Allah Teâlâ şu bulunduğum yerde, bu günümde, bu ayımda, bu yılımdan kıyamet gününe kadar devam edecek bir farz olarak size Cuma namazını farz kılmıştır. Ben hayatta iken ya da benden sonra her kim, âdil veya zâlim bir başkanı varken, önemsemeyerek veya farzlığını kabul etmeyerek Cuma namazını kılmazsa, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin. Allah onun işini bereketlendirmesin.

Bakın! Böyle bir kimsenin ne kıldığı namaz, ne verdiği zekat, ne gittiği hac, ne tuttuğu oruç ne de yaptığı iyilik kabul edilir. Tevbe ederse o başka. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.” (Sünen-i İbn Mâce, İkametü’s-Salah 78.)

Aşağıda görüleceği gibi bu hadis-i şerifi, Hanefî mezhebi alimlerinden Şemseddin es-Serahsî (öl.483 h.) ve Alaüddin el-Kasânî (öl.587 h.), Cuma namazını, Sultan’ın veya onun tarafından görevlendirilecek biri tarafından kıldırılmasının delili olarak saymışlardır. Sivaslı Kemalettin b. Hümam’ın (öl. 593 h.) Feth’ül-Kadîr adlı eserinin I. cilt 412. sahifesinde de (Mısır l315) bu hadis konunun delili olarak zikredilmiştir.

Ancak hadisi-i şerifi rivayet eden kişilerden Abdullah b. Muhammed el-Adevî ile Ali b. Zeyd b. Ced’ân zayıf kişiler olduğundan hadis, senet yönünden zayıf görülmüş1 ve bazı Hanefî fıkıh kitapları tarafından sultan konusu için delili sayılmamıştır. el-Hidâye, bu kitaplardandır.

Alaüddin el-Kâsânî, biraz sonra genişçe yer vereceğimiz kitabında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin bu konuda başka bir hadisinden bahsetmiştir. Kasânî’nin ifadesi şöyledir :

” Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin, dört görevin valilere (yöneticilere) ait olduğunu söylediği ve cumayı bunlar arasında saydığı, rivayet edilmiştir.”

Ancak Kemâlüddin b. Hümâm, Fethu’l-kadîr’de bu sözün tabiînden Hasan-ı Basrî’ye ait olduğunu belirtmiştir.2 İbn Hümâm, hadis konusunda güvenilir bir alimdir. Biraz sonra görüleceği gibi İmam Serahsî el- Mebsut’da bu sözü hadis olarak değil, eser olarak zikretmiştir. Sahabinin veya selefin sözlerine eser dendiği için3 Mebsut’un ifadesi İbn-i Hümâm’ı desteklemektedir. Zaten hadis kitaplarında Cuma namazı görevinin valilere ait olduğu yolunda bir ifade geçmemektedir.

3- Hanefî Mezhebinin Görüşü

Yukarıdaki hadisin zayıf olduğu, hatta bazı Hanefî alimlerin onu delil olarak almadığı, Kâsânî’nin hadis diye rivayet ettiği sözün Hasen-i Basrî’ye ait olduğu görüldükten sonra bu konuda Hanefîlerin dayandıkları esas delilin maslahat olduğu ortaya çıkmaktadır.

Maslahat, bir işin iyi ve hayırlı olmasına sebep olan şeydir. Karşıtı mefsedettir. İslam, koyduğu hükümlerinde maslahatları hep dikkate almıştır. Bu sebeple islamın her hükmü hikmete uygun, yani daha iyisi olamayacak şekilde yerli yerindedir.

Maslahat, kamu yararı olarak tercüme edilebilir. Buna göre Cuma namazını Sultanın veya sultan tarafından görevlendirilecek bir kişinin kıldırmasında kamunun yani müslümanların yararı vardır. Şöyle ki, Cuma namazı, bir yerleşim bölgesinde, erginlik çağına girmiş bütün müslüman erkeklerin bir araya gelerek kıldıkları namazdır. Bu namazı kıldıracak kişi önceden belli olmazsa aşağıda daha açık olarak belirtileceği gibi insanlar bu hususta anlaşmazlıklara ve ölümle sonuçlanabilecek çatışmalara girebilirler. Okunacak hutbe, insanları fitne ve fesada düşürebilir. Ayrıca yetkili makamlar tarafından önlem alınmaması halinde iç ve dış düşmanların namaz sırasında baskın yapıp müslüman erkekleri katletmeleri mümkün olabilir. Ama Cuma namazı yetkili makamların denetimi altında kılındığı taktirde bu problemler olmaz. Bu sebeple Cuma namazında sultanın bulunmasını şart koşmak maslahata yani kamu yararına uygundur.

Böyle bir maslahata uyulmasının zararı da yoktur. Çünkü Cuma imamı, imamlık için gerekli asgari şartları taşıyorsa onun işgal ettiği veya tayin edildiği makamın kusurları namaza mani olmaz. Sultan veya onun yerine geçecek bir kişi bulunmadığı zaman müslümanların kendi aralarında belirleyecekleri bir imamın arkasında namaz kılmaları mümkün olduğuna göre sultanın şart koşulması Cumanın terk edilmesine de sebep olmaz.

Cuma namazını hayatı boyunca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kıldırmıştır. O, hem bir peygamber hem de devlet başkanı idi. Ondan sonra da merkezde halifeler, taşrada oranın en yetkili yöneticileri kıldırmıştır. Dolayısıyla sultan şartının getirilmesi öteden beri var olan uygulamanın tespiti mahiyetindedir.

Bu şartları ihtiva eden bir maslahat, Hanefî mezhebine göre şer’î delillerden sayılır ve ona dayanılarak hükümler konabilir.4 Cuma namazı ile ilgili sultan şartı bu şekilde konmuştur.

Aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi sultan, cuma namazı kılınan yerin en yetkili amiri demektir. İlçenin sultanı kaymakam, ilin sultanı vali, ülkenin sultanı devlet başkanıdır. Eğer yetkili kişinin olmaması yahut anarşi ve terör sebebiyle yetkili amirin yetkisini kullanamaması söz konusu ise o zaman müslümanlar kendi aralarından birini imam seçerek cuma namazını kılarlar.

a- el-Mebsût

Şemsüddin es-Serahsî ‘nin (öl.483 h.) el-Mebsût adlı eserinin konuya ilişkin ifadeleri aşağıya alınmıştır. El-mebsut, Hanefî mezhebini daha sonraki nesillere aktaran İmam Muhammed’in altı kitabının şerhidir. Bu altı kitapta geçen görüşlere zahirürrivaye denir. Bu görüşler çok güvenilir yollarla bize ulaşmıştır.5 el- Mebsut , otuz cilttir.

” Bize göre sultan Cumanın şartlarındandır. Allah ondan razı olsun, İmam Şafiî bu görüşte değildir. O, Cuma namazını diğer farz namazlara kıyaslayarak sultan ile halkı bu konuda aynı kabul etmiştir. Bizim delilimiz Cabir radiyellahü anhın rivayet ettiği . ” … zalim veya adil bir imamı (başkanı) olduğu halde Cumayı terk eden…” ifadelerini taşıyan hadisidir. Bu hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Cumayı terk edenin cezayı hak etmesi için imamının yani başkanının olmasını şart koşmuştur. Eserde (yani sahabeden veya seleften birine ait bir sözde) ” Dört görevin yöneticilere ait olduğu, Cumanın bunlardan biri bulunduğu ” belirtilmiştir.

Bir de insanlar cuma namazını kılabilmek için küçük cemaatleri bırakarak bir yere toplanırlar. Eğer sultan şartı koşulmayacak olursa fitne çıkar. Çünkü bazı kimseler önceden camiye gelip kendilerince geçerli bir maksatla cuma namazını kılabilirler. Bu durumda arkadan gelen cemaat Cumayı kaçırmış olur. Burada gizli olmayan bir fitne vardır. Bu sebeple Cuma namazı işi, insanların işleri ve onların arasında adaletli davranma görevi kendisine verilmiş olan imama ( başkana) bırakılmıştır. Çünkü bu, fitnenin yatışması için daha uygun olur.”6

b- El- Bedai’

Alaüddin el-Kasânî’nin (öl.. 587 h.) el-Bedai’ adıl eserindeki açıklama aşağıdadır. Tam adı el- Bedai’us-sanai’ fî tertîb’iş-şerai’ olan bu eser de Hanefî mezhebinin güvenilir kaynaklarındandır. Tamamı yedi cilttir.

“Bize göre sultan, Cumanın edasının şartıdır. Öyle ki, sultan veya naibi (görevlisi) bulunmazsa Cumayı kılmak caiz olmaz. İmam Şafiî sultanın şart olmadığını söylemiştir. Ona göre Cuma farz bir namazdır, diğer namazlarda olduğu gibi bunun kılınması için de sultanın varlığı şart değildir.

Bizim delillerimiz şunlardır :

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ” … âdil veya zâlim bir imamı (başkanı) varken…” ifadelerini taşıyan hadisinde, Cumayı kılmayanın cezayı hak etmesi için imamın (yani yöneticinin) bulunmasını şart koşmuştur.

Ayrıca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin “Dört görevin valilere (yöneticilere) ait olduğunu söylediği ve cumayı bunlar arasında saydığı ” rivayet edilmiştir.

Bir de Cuma namazının edası için sultan şartı koşulmasaydı fitne çıkardı. Çünkü Cuma, büyük kalabalıklarla kılınan bir namazdır. Şehrin bütün halkının önüne geçip namaz kıldırmak bir şeref, itibar ve saygınlık kabul edilir. Saygınlık kazanma ve başkan olma hevesinde olanlar cumayı kıldırmak için birbirleriyle yarışa girerlerdi, bundan dolayı aralarında çekişme ve anlaşmazlıklar çıkardı. Bu da ölümle sonuçlanacak çatışmalara yol açardı. Onun için bu görev valiye bırakılmıştır ki, Cumayı ya kendi kıldırsın ya da bu iş için yetkili gördüğü bir kimseyi tayin etsin. Bu durumda ya valinin emrine uymayı vacip gördüklerinden veya cezalandırılma korkusundan dolayı bazı kimseler imam olmak için niza çıkarmaktan kaçınırlar.

Görevin sultana bırakılmaması halinde, ya camiye gelen her grup, namazı ayrı ayrı kılarak Cumadan beklenen faydanın kaybolmasına yol açar. Çünkü Cuma namazı, faziletin tam olarak elde edilmesi için insanların bir araya gelerek kıldıkları bir namazdır. Ya da namaz sadece bir kere kılınır, bu sefer de önceden kılanlar kılmış, arkadan gelenler cumayı kaçırmış olurlar. Bu sebeplerle cumayı kıldırma görevinin sultana bırakılması yerindedir. Sultan, bütün cemaatin gelmesinden sonra uygun bir vakitte cumayı ya bizzat kıldırır ya da görevlendireceği bir kişiye kıldırtır.

Sultan yoksa ne olacak?

Anarşi veya ölüm gibi bir sebeple imamın (en yetkili kişinin) bulunmaması veya yeni valinin henüz göreve başlamamış olması halinde , İmam Kerhî, halkın kendilerine namaz kıldıracak bir kişinin imamlığı üzerinde anlaşmalarında sakınca görmemiştir. El-Uyûn adlı kitapta İmam Muhammed’in de bu görüşte olduğu kaydedilmiştir. Çünkü Osman’ın etrafı anarşistler tarafından sarılınca halk Ali’ye gitti, o da onlara Cuma namazını kıldırdı.

el-Uyûn’da Ebû Hanîfe’den şöyle bir görüş de rivayet edilmiştir : Bir şehrin valisi ölse, ölüm haberi Cumaya kadar halifeye ulaşmasa, Cuma namazını, ölenin vekili veya Emniyet Müdürü yahut kadı kıldırsa namaz sahih olur. Fakat bu durumda halk bir başkasını imamlığa geçirirse olmaz. Çünkü bu görevliler vali hayatta iken onun yerine namaz kıldırma yetkisine sahip kimselerdir. Ölümünden sonra halife, valilik görevini bir başkasına verinceye kadar yetkileri devam eder.

Nevâdir’us-salât adlı kitapta şu bilgiler vardır: “Önceki sultan hutbe okurken yeni tayin edilen sultan çıkagelse de hutbenin tamamlanmasını istese, bu hutbeden sonra yeni sultanın cumayı kıldırması caiz olur. Çünkü eski sultan hutbeyi onun müsaadesiyle okumuş ve onun naibi (görevlendirdiği kimse) durumuna gelmiş olur. Yeni gelen sultan, öncekinin hutbeyi tamamlamasını istemeden sessizce bekledikten sonra geçip Cumayı kıldırmak istese caiz olmaz. O, sadece öğle namazını kıldırabilir. Çünkü sessiz kalması hutbenin tamamlanmasını istediği anlamına gelebileceği gibi buna razı olmadığı anlamına da gelebilir. Böyle ihtimalli durumlarda hutbe geçerli olmaz.

Yeni atanan sultan geldiğinde birincisi hutbeyi tamamlamışsa namazı kıldırması caiz olmaz. Çünkü okunan, görevden alınmış imamın(sultanın) hutbesidir. İkincisi de kendi hutbesini okumamıştır. Hutbe Cuma namazının şartıdır. Bütün bunlar birinci sultanın ikinciden haberdar olması halinde geçerlidir. Eğer birinci ikincinin geldiğini bilmez de hutbeyi okuyup namazı kıldırır ve yeni gelen de sesini çıkarmazsa namaz geçerli olur. Çünkü birinci, ikincinin geldiğini öğrenmeden görevden alınmış olmaz. Ama görevden alındığına dair bir yazının veya habercinin gelmesiyle de birincinin görevi sona erer.

Bir köle, sultan (yönetici) olsa, kendisi veya görevlendireceği bir kişi cumayı kıldıracak olsa namaz geçerli olur. Yolculuk halinde (seferî) olan sultan da aynıdır. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’yi fethettiği sene, yolcu durumunda olmasına rağmen orada cumayı kıldırmıştır. Hatta öğle namazını iki rekat olarak kıldırdıktan sonra Mekkelilere şöyle seslenmişti: ” Mekkeliler! Siz namazını tamamlayınız, biz seferiyiz.” Köle konusunda da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin şu sözüne dayanırız: “Başınıza burnu kesik Habeşli bir köle, sultan (yönetici) olarak tayin edilse bile ona boyun eğiniz.” Eğer böyle bir kimsenin imam olması caiz olmasaydı ona boyun eğemek farz kılınmazdı.

Kadının veya erginlik çağına girmemiş akıllı bir çocuğun Cuma namazını kıldırmaları caiz değildir. Bunlar diğer namazlarda da imamlık yapamadıklarına göre Cuma imamlığını öncelikle yapamazlar. Kadın, sultan (yönetici) olsa da uygun bir kişiyi imam olarak görevlendirse ve bu kişi cumayı kıldırsa sahih olur. Çünkü kadının sultan veya kadı olması genelde sahihtir. “7

c- El-Hidâye

Bürhanüddin Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî’nin (v. 593 h.) el-Hidaye adlı kitabının konuyla ilgili ifadeleri aşağıya alınmıştır. Bu kitap Mezhebin güvenilir kaynaklarındandır.

“Cuma namazını sultan veya onun görevlendireceği kişiden başkası kıldıramaz. Çünkü bu namaz büyük bir cemaatle kılınır. Böyle bir cemaatin önüne kimin geçeceği, kimin cumayı kıldıracağı hususunda ya da başka hususlarda anlaşmazlık çıkabilir. Dolayısıyle Cuma namazının tam olarak kılınabilmesi için bu şartın yerine getirilmesi kaçınılmazdır.”8

Dikkat edilirse sultanın şart koşulmasının gerekçesi olarak bir ayet veya hadisten bahsedilmemekte sadece anlaşmazlık çıkmasına mani olmaktan yani maslahattan sözedilmektedir.

Eskiden camilerde görevli imamlar yoktu, namazı cemaetten biri kıldırırdı. Bu sebeple Hanefî mezhebinin görüşünü anlayabilmek için görevli imamların olmadığı bir ortamı düşünmek gerekir.

Caminin görevli imamı olmayınca Cumayı kıldırmak üzere hazırlık yapan bir çok kimse bulunabilir. Bazı mezhep ve tarikatlar kendi hocalarının öne geçmesi için mensuplarının yardımını isteyebilirler. Aynı şeyi, bazı itibarlı kişiler ya da itibar kazanmak isteyen kişiler de yapabilirler. Bu durumda Cuma namazını kılmak için gelen insanların çatışmaya kadar varacak tartışmalara karışabileceğini kolayca anlayabiliriz. Ama bölgenin en yetkili amiri Cuma namazını kıldırır veya bir başkasını bu iş için görevlendirirse buna hiç kimse karşı çıkamaz.

d- Feth’ül-Kadîr

Aslen Sıvaslı olan Kemalüddin b. Hümam’ın (öl.681 h.) el-Hidaye üzerine yaptığı değerli bir haşiyedir. Bu kitabın konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyledir:

“Bir şehrin valisi öldüğü zaman ikinci vali göreve başlayıncaya kadar birincinin görevlendirdiği kişi veya emniyet müdürü yahut kadı namazı kıldırır.

Bir kimse şehrin idaresine zorla el koyup hakimiyeti ele geçirerek tam bir vali gibi davranırsa onun bulunmasıyla Cuma kılınabilir. Çünkü böylece sultanlığı gerçekleşmiş ve şart yerine geliş olur.”9

d- İbn Abidîn

‘İbn-i Abidin’ diye şöhret bulmuş olan Muhammed Emîn b. Ömer (ll98-l252 h.) l9. asırda yaşamış Osmanlı alimlerindendir. Asıl adı “Redd’ül-muhtar ale’d-dürr’il-muhtar” olan fakat İbn Abidin ismiyle şöhret bulmuş olan kitabı bugün Hanefi alimlerinin başucu kitabıdır. Bu kitabın konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyledir:

” et-Tatarhâniye adlı fetva kitabında, “Cuma namazını kıldıracak imamı görevlendiren sultanın müslüman olması şart değildir.” şeklinde bir fetva yer almaktadır.

“Kafir valilerin yönetimi altında olan beldelerde müslümanların Cuma ve bayram namazlarını kılmaları caizdir.”10

Sultanın şart koşulmasının sebebi bir fitne çıkmadan Cumanın huzur içinde kılınması olduğuna göre Cuma imamını tayin eden makamın müslüman olmasının şart koşulmaması normaldir. Çünkü böyle bir sultanın tayin ettiği imamın görevine de kimse mani olamaz. Böylece Cuma namazı huzur içinde kılınır.

Sultan Kelimesinin Anlamı:

Dikkat edilirse yukarıdaki ifadelerde sultan kelimesi, bir yerin en yetkili amiri anlamında kullanılmıştır. Buna göre bir ilçenin sultanı kaymakam, bir ilin sultanı vali, bir ülkenin sultanı devlet başkanıdır. Devlet başkanları bulundukları şehrin en yetkili kişisi olduklarından başkentte Cuma namazını kıldırma yetkisi onlarındır.

Ömer Nasuhi BİLMEN Büyük İslam İlmihalinde Cumanın edasının şartlarını sayarken sultanla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır :

“(1) Cuma namazını veliyyülemrin veya naibinin kıldırmasıdır. Şöyle ki, Cuma namazını ya en büyük veliyyülemr veya onun izniyle diğer bir zat kıldırmalıdır. “11

Veliyyülemr demek, yetkili kişi demektir. En büyük veliyyülemr de en yetkili kişi anlamına gelir. En yetkili durumda olma namaz kılınan yer itibariyledir. Dolayısıyla burada geçen en büyük veliyyülemr devlet başkanı anlamında değildir.

Çocukluğumuzdan beri bize sultan olarak Osmanlı sultanları gösterilmiştir. Onlardan her biri devletin en yetkili kişisi olduğu için Cuma namazını sultanın kıldırması denince hemen padişahın veya günümüzde onun yerine geçen devlet başkanının kıldırması akla gelmektedir. Halbuki Osmanlı Devleti vatandaşları sultan kelimesinin padişah anlamına değil, yetkili kişi anlamına geldiğini biliyorlardı. Osmanlı mahkeme kayıtlarını günümüze aktaran Şer’iyye Sicillerinden bir örnek görelim.

Şehir eşkiyası ile ilgili olarak vatandaşın mahkemeye yaptığı bir şikayet :

“İzzetlû devletlû ve saadetlû Sultanım Hazretleri sağolsun. Bu fakir kulları Hasköy sakinlerinden olub halen karye-i mezbûrede kutta’u't-tarîk zuhur idüb bu fakirlerin hanesini açub emval ve erakım serika itmegin saadetû Sultanımdan reca olunur ki bazı ademlerden şübhem olmağın saadetlû Bostancıbaşı Ağa hazretlerine kitab buyur ve teşrîf-i ihtisab buyurub karye-i mezbûrede olan ademlerden teftîş ve tefahhus eylemede ferman Sultanımındır.

Seyyid Ömer b. İdris”12

Burada “Sultanım” hitabıyla kastolunan mahkemenin hakimidir.

İmamın Durumu

Cuma namazı salih bir imamın arkasında kılınabileceği gibi günahkar imamın arkasında da kılınabilir.

Bir zat Muhammed b. en-Nadr’a gelerek dedi ki, ” Benim komşularım var, kendi arzularına uyarak Cuma namazına gelmiyorlar. (Onlara ne diyebilirim?)

en-Nadr dedi ki, “Baksana, Ebubekr ve Ömer’e karşı gelen kişi hakkında ne dersin ?”

- Kötü adam.

- Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme karşı gelirse ?

- Kafir sayılır.

- Ya yüce Allah’a karşı gelirse ne olur ?

Bir süre kendinden geçti, aklı başına gelince şöyle devam etti:

“Kendinden başka ilah olmayan Allah aşkına siz de ona karşı durun. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mümin’ler, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allah’ı zikretmeye koşun.” Allah Teâlâ biliyordu ki, Abbasîler yönetimi ele geçireceklerdir. Cuma namazı İslamın açık simgelerindendir. Onu yöneticiler kıldırır, başkaları değil. Bu namazı onların arkalarında kılmamak namazın tamamen kılınmamasına sebep olur. “13

4- Cuma Namazı İslamın Açık Simgelerindendir

Ezan, Cuma ve bayram namazları bir yerde İslamın varlığının açık simgelerindendir. Dar’ül-islam ve Dar’ül-harp bölümünde de görüleceği gibi gayri müslimler tarafından işgal edilmiş bir İslam yurdunda bu üçünün varlığı orada İslamın egemen olmaya devam ettiğinin yani henüz dar’ül-harp haline gelmediğinin açık göstergeleri olarak kabul edilir.

Türkiye’de Cuma namazı kılmayanlar, tamamen kendilerince uydurulmuş bir gerekçenin arkasına sığınmaktadırlar. Onların iddiaları şöyle özetlenebilir :

“Hanefî mezhebine göre Cuma namazını kılmak için gerekli olan şartlar Türkiye’de oluşmamıştır. Cuma namazını ya müslüman devlet başkanı ya da onun görevlendireceği bir kişi kıldırabilir. Türkiye laik bir ülkedir. Burada devlet başkanının Cuma namazını bizzat kıldırması söz konusu değildir. Cuma namazı İslâmî egemenliğin bir simgesidir.Fakat laik yönetim İslam’ın egemen olmasını kabul etmez. Bu sebeple böyle bir yönetimin görevlendireceği imamların arkasında Cuma namazı kılınmaz.”

Bu gerekçeyi kabul edecek her hangi bir fakih bulmak mümkün değildir. Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Cuma namazı bir ibadettir. Bu ibadetin yapılmasının bölgenin en yetkili amiri ile alakası kendi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bir araya gelmiş olan topluluklar kolayca tahrik edilebilir, kolayca bir fitne çıkabilir. Otoritenin müdahalesi sadece bu fitnenin çıkmasını engellemek içindir.

Türkiye’deki bütün camilerde görevli imamlar bulunmaktadır. Burada hiç kimse çıkıp da imamın görevine müdahale etme cesaretini gösteremez. Çünkü görevli bir memurun görevini yapmasına engel olmaya kalkışmak kanunlar nazarında suç sayılır. Çünkü Türk Ceza Kanununun 254. maddesinin 3. fıkrasına göre “Her kim, devlet memurlarından birinin vazife gördüğü yeri her ne suretle olursa olsun kısmen veya tamamen işgal ederek, vazifesine müteallik bir işin yapılmasına mani olursa altı aydan üç seneye kadar hapis cezasıyla cezalandırılır…”

Cuma namazını kılmak için gelen kişiler laik yönetime itaati caiz görmeyebilirler. Ancak bir devlet memuru sayılan imamın görevine mani olmaya kalkışmanın cezalandırılması gereken bir davranış olması sebebiyle bu gibi kimseler, camide bir kargaşa çıkmasına yol açamayacaklarından Cuma namazı huzur içinde kılınacaktır. el-Bedai’de bu hususla ilgili şu ifadeler geçmişti:

“Bu görev valiye bırakılmıştır ki, Cumayı ya kendi kıldırsın ya da bu iş için yetkili gördüğü bir kimseyi tayin etsin. Bu durumda ya valinin emrine uymayı vacip gördüklerinden veya cezalandırılma korkusundan dolayı bazı kimseler imam olmak için niza çıkarmaktan kaçınırlar.”

Zaten kafir bir yönetim altında Cuma ve bayram namazlarının kılınacağı kitaplarımızda açıkça ifade edilmiştir:

“Kafir valilerin yönetimi altındaki beldelerde müslümanların Cuma ve bayram namazlarını kılmaları caizdir.”14

“Cuma namazını kıldıracak imamı görevlendiren sultanın müslüman olması şart değildir.”15

Kötü niyetli kişilere hangi söz söylenirse söylensin bildiklerini okumaya devam edeceklerinde şüphe yoktur. Allah Tealâ onları hakkı gösterirse o başka. Ümit ederiz ki, Allah’ın emrine uymaktan başka gayesi olmayan, ama yanlış bilgilendirdiği için Cuma namazı kılmayan kardeşlerimiz bu yazıyı okuduktan sonra tövbe eder ve Cuma namazını kılmaya başlarlar.

Maliki Mezhebi

Bir yerde ilk defa Cuma namazı kılınacaksa İmamdan (oranın en yetkili amirinden ) izin almak müstahabtır. İzin istendiği halde vermezse bakılır, eğer ona karşı kendilerini güvende hissediyorlarsa cemaatin Cuma namazını kılmaları farzdır. Eğer güvende hissetmiyorlarsa Cuma kifayet etmez. Çünkü bu husus bir ictihad konusudur. Eğer sultan bu konudaki ictihadlardan birini tercih ederse ona karşı çıkılmaz. Bu, alimlerin ihtilaf ettiği konularda hakimin verdiği hükme benzer. Tercih edilen görüş geçerlidir, reddedilmez. Çünkü sultanın emrinden çıkmak sıkıntı ve fitne sebebidir. Böyle bir şey yapmak helal olmaz.

İmam Malik şöyle demiştir : “Allah’ın yer yüzünde bir kısım farzları vardır, orda bir valinin olması veya olmaması bu farzları bozmaz. ” İmam Malik bu veya bu mealde bir sözü söylerken Cuma namazını kastediyordu.

İmam Malik’in konuyla ilgili görüşleri şöyledir :

Evleri birbirine bitişik bir köyün valisi (muhtarı) olsa da olmasa da Cuma namazı kılmalarının gerekli olduğu kanaatindeyim.

Cuma namazı kılınan yerler ayarında bir köy veya şehrin valisi yerine vekil bırakmadan ölse ve İmamsız kalsalar bu halk ne yapar diye sorulunca İmam Malik şöyle cevapladı: “Cuma vakti gelince içlerinden birini öne geçirirler, onlara hutbe okur ve Cumayı kıldırır[1].

* Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2. Bs., İstanbul, 2007, s: 185-194.

1-Sünen-i İbn Mâce, c.I,s. 343, İstanbul l98l.)

2 -Kemalüddin b. Hümâm, Feth’ül-Kadîr, Mısır l3l5.c. I, s. 412.

3 – Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, İst.l967, c.I,s. 26.

4 – Ömer Nasuhi BİLMEN, a.g.e. c.I,s.199-200.

5 – İmam Muhammed’in altı kitabı şunlardır : 1- el-Asl ( diğer adı al-Mebsût) 2- Ez-Ziyâdât, 3- El-Camiu’s-sağîr, 4- el- Cami’ul-kebîr, 5- Es-Siyer’üs-sağîr, 6- Es-Siyer’ül-kebîr.

6 – Şemsüddin es-serahsî, el-Mebsût, Mısır l324, II,24.

7 – Alaüddin el-Kâsânî, el- Bedâi’üs-Sanâi, Beyrut l394- l974, c.I, s. 261-262.

8 – Burhaneddin Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî, (öl.593 h.) el-Hidâye, c.I,s. 412, Feth’ül-kadîr ile birlikte.

9 – Kemalüddin b. Hümâm, Feth’ül-Kadîr, c. I, s. 412.

10 -İbn Abidîn, Haşiyetü redd’il-muhtar ale’d-dürr’il-muhtar, K.Kaza, Matbaa-i âmire , c.IV,s.427.

11 – Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali , İstanbul l962,s.210.

12 – Hasköy Mahkemesi l9/ nolu sicil, s. 39; İstanbul Müftülüğü Şer’iye Sicilleri Arşivi

13 -İbn Kudame, el-Muğnî , Beyrut l404/l984, c.II, s. 27.

14 – İbn Abidin, a.g.e. c. IV, s. 427, K. Kaza.

15 – İbn Abidin, a.g.e. c. IV, s.427, K. Kaza.

[1]- İmam malik, el-Müdevvene, c. I, s. l52-l53.

Kadın Erkek Tokalaşması

Kadın Erkek Tokalaşması

Kadın Erkek Tokalaşması Haram mıdır?

İslâm Dini’nin ana kaynakları Kur’ân-ı Kerim’dir ve de O’nun açıklaması ve uygulaması niteliğindeki Muhammedî Sünnet’tir.

Bir sözü, davranışı ve işi haramlıkla vasıflandırabilmek için haram hükmünün doğrudan bu iki kaynağa veya bu iki kaynaktan birine dayanması gerekir.

Yüce Rabbimiz Kur’ânımızın İsra sûresinin 32. âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, apaçık bir çirkinliktir ve kötü bir yoldur.”

Bu âyet zinayı yasaklamanın yanı sıra zinaya yaklaştırıcı eylemleri de yasaklamaktadır.

Sevgili Peygamberimizin ilgili sözlerinden hareketle zinaya yaklaştırıcı eylemleri çıplaklık, aralarında mahremiyet bağı bulunmayan kadınla erkeğin gözlerden ırak beraberliği, iradeli ve arzulu bakış ve bedenî temas olarak özetleyebiliriz.

Bedenî temasın bir şekli de tokalaşmadır. İslâm literatüründe müsâfaha olarak isimlendirilen tokalaşmanın yükümlülük yönünden Mubah, Sünnet ve Haram türleri vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de tokalaşma, mübâya’a masdarından fiil ve emir kipleriyle fakat çağrışımı yapılan soyut tokalaşma manasında değil, siyasî otoriteye bağlılık anlamında kullanılmaktadır.1 Bu sebeple açıklamalarımızı sözlü ve fiilî sünnet merkezli olarak yapacağız.

a- Müslüman erkeklerin ve kadınların karşılaştıklarında erkek erkeğe ve kadın kadına tokalaşmaları yükümlülük bakımından Sünnet’tir. Bir diğer anlatımla Hz. Peygamberin uygulamasını izlemektir. Bu konuda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Çünkü Peygamberimiz bizzat kendileri tokalaşmışlar, tokalaşmaya yönlendirici buyruklarında da şöyle buyurmuşlardır:

“Allah, karşılaştıklarında müsafaha eden (tokalaşan) iki müslümanı birbirlerinden ayrılmadan mutlaka bağışlar.”2

Şanlı Peygamberimiz tokalaşmanın bağışlatıcılığı yanı sıra taraflar arasında oluşan kin gibi yıkıcı duyguları eriteceğine de işaret etmişlerdir.

b- Mahremiyet (evlenme yasaklığı) ve nikâh bağı ile ilişkili bulunan kadın erkek arasında tokalaşma da meşrû ve Sünnet nitelikli uygulamadır.

c- Aralarında mahremiyet ve nikâh bağı bulunmayan genç erkeklerle yaşlı kadınlar ve genç kadınlarla yaşlı erkekler arasında tokalaşma ise ahlâkî sakıncalardan beri olacağı için mubahdır – caizdir; yapılması sakıncasız işlemdir. Aynı şekilde aktif cinsel duyguları sönmüş yaşlılar arasındaki tokalaşmalar da mubahtır. Mubahlığından ötürüdür ki bu tür uygulamalar Hz. Ebû Bekir ve Abdullah b. Zübeyr gibi sahâbilerin hayatında da görülmektedir.3

d- Birbirleriyle evlenebilir konumda olan, bir diğer anlatımla aralarında mahremiyet ve nikâh bağı bulunmayan kadınla erkek arasındaki tokalaşma ise amacına göre farklı hükümleri içermektedir.

1- Anılan kadınlarla erkekler arasındaki cinsel arzulu tokalaşma -doğrusunu Allah bilir, Kur’ân yanısıra Nebevî Sünnetle de irtibatlandırılabilir- haramdır. Çünkü Peygamberimiz, cinsel arzulu tokalaşmaları, cinsel organ zinasına yaklaştırıcı elin zinası olarak niteler. Bu tür nitelemenin yasağı da kapsayacağı açıktır.- Salât ve Selâm üzerine olsun- O, ilgili hadislerinde söyle buyurur:

“Şüphesiz Allah, Âdemoğlunu zinaya eğilimli olarak yaratmıştır. Hiç şüphesiz bu eğilim onu kuşatacaktır. Gözlerin zinası bakış, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası sözdür. Eller zina eder, ellerin zinası yapışıp tutmaktır. Ayaklar da zina eder, onların zinası yürümektir. Ağız da zina eder, onun zinası da öpmektir. Nefis umar ve ister, cinsel organ ise zina arzusunu gerçekleştirir veya sonuçsuz bırakır.”4

Elin zinası olarak vasıflandırılan tutuşun – tokalaşmanın İslâm bilginlerinin anlayışları çizgisinde tarafımızdan cinsel amaçlı ve nitelikli tutuş – tokalaşma olarak değerlendirilmesi, ilgili hadislerde örneğin bakmanın ve dinlemenin cinsel nitelikli olan ve olmayan şeklinde ayrılmasından açıkça anlaşılmaktadır.

Zira gözün zinası olarak açıkladığı bakışın Peygamberimiz tarafından bütün bakışları değil, iradeli ve amaçlı bakışları içerdiğinin duyurulması bunun kanıtıdır.5 Kur’ân-ı Kerîm’de mümin erkeklere ve kadınlara verilen gözlerin bakışlarının bir kısmından korunulması ile ilgili ilâhî emirler de aynı ayırımı yapmaktadır.6

Kulakların zinasının dinlemek olduğunu duyuran güzellikler örneği Peygamberimizin düğünler ve bayramlar gibi özel günlerde huzurunda icra edilen şarkıların – tarihî olayları anıcı ezgilerin dinlenilmesine onay vermesi de dinlemeyi helâl ve haram kısımlarına ayırdığını göstermektedir.7 Kaldı ki Peygamberimizin elin zinasının tutmak olduğunu bildiren hadislerinde kullandığı el-Betş kelimesi de tabii tutuşu değil yapışıcı, arzulu, kavrayıcı tutuşu ifade etmektedir.8

“Mahremiyet ve evlilik bağı olmaksızın bir kadının eli içine dokunan kişinin Kıyamet Günü’nde eline ateşten kor konulur.” Anlamındaki kendisiyle istidlâl edilemez “ğarib” hadisin, “terhib; korkutma” için kullanımı kabul edilse bile yapılan açıklamalar ışığında ancak cinsel amaçlı tutuşla ilgili uyarı olarak değerlendirilebileceği açıktır. (Nasbu’r-Raye 4/240)

Burada değinilmesi gereken bir husus da elin zinasının Kur’ânın yasakladığı Fehşa (çirkinlik) kapsamında değerlendirilebileceği gerçeğidir.

2- Aralarında mahremiyet ve nikâh bağı bulunmayan erkekle kadının cinsel haz amacı gütmeyen tokalaşmaları ise iki şekilde değerlendirilmektedir.

a) İslâm bilginlerinin bir bölümü, cinsel haz gayesi gütmeyen tokalaşmaların cinsel telezzüz amaçlı tokalaşmalar gibi haram olduğu görüşündedirler. Onlar bu görüşlerinde Sevgili Peygamberimizin Kur’ânî emir gereği kadınlarla biatlaşırken erkeklerle tokalaştığı gibi kadınlarla tokalaşmayıp sözlü olarak biatlaştığını açıklayan hadisten delil getirmektedirler.

Şanlı Peygamberimiz Hz. Muhammet’le biatlaşan Ümeyme bint-i Rukeyke isimli kadın şöyle anlatıyor:

Bir kadın topluluğu ile birlilikte biatlaşmak üzere Hz. Peygambere geldim… Elinizi uzatınız da size biat edelim, dedik. Şöyle buyurdular:

- Ben kadınlarla tek tek tokalaşarak biatlaşmıyorum. Yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim; bir kadına söylediğim söz de yüz kadına söylediğim söz gibidir.”9

Yukarıda sunulan ve kendisiyle istidlal edilen hadis yanı sıra saygı değer eşleri Hz. Âişe annemizin, O’nun biatlaşma sırasında hiçbir kadınla tokalaşmadığını açıklayan sözleri de haramlılık delili olarak algılanamaz…. Zira emredici veya yasaklayıcı bağımsız buyrukları ile pekiştirmedikçe Peygamberimizin uygulamaları bağlayıcı hükümler oluşturmaz, yalnızca geçici tercihlerini yansıtır. Nitekim Peygamberimizin bizzat yapmadıkları bazı işlerin yapılmasını onayladıkları bilinmektedir. Örneğin O, “Benim eğlence ile eğlencenin benimle ne ilişkisi olabilir.”10 buyurdukları halde düğünlerde ve bayram günlerinde huzurunda şarkılar söylenilmesini onaylamıştır. Kendisine ikram edilen keleri yememiş, ama yenilmesini tasvip buyurmuştur.11

Kaldı ki kadınlarla biatlaşması için Peygamberimize verilen Kur’ânî emir mubâya’a mastarından emir kipidir ki Kurânın işaret ettiği üzere sözlü biatlaşmayı değil tokalaşma şeklindeki biatlaşmayı çağrıştırmaktadır. Üstelik Peygamberimiz Ebû Sufyan’ın karısı Hint’le tokalaşarak biatlaşmıştır. Kendisine vekil kıldığı Ömer b. Hattab da (onun huzurunda) kadınlardan tokalaşma yoluyla biat almıştır. Böyle olmakla beraber Peygamberimiz, kadınlarla sözlü biatlaşma dâhil bez üzerinden müsafaha ve bir kap suya birlikte el sokma şeklinde farklı uygulamalarda bulunmuş, tokalaşmanın tek yöntem olmadığını, yöntemlerin çeşitlendirilebileceğini belirtmiştir. Üstelik o erkeklerle tek tek biatlaştığı gibi topluca da biatlaşmıştır. Biatlaşma Peygamberimizden sonra daha da çeşitlenerek sözlüden yazılıya doğru gelişim göstermiştir.12

b) İslam bilginlerinin bir bölümü de aralarında mahremiyet ve evlilik bağı bulunmayan karşı cinsler arasındaki cinsel haz amacı gütmeyen tokalaşmaların temelde helâl olduğu görüşündedirler. Bir önceki maddede özetlenen açıklamalar ışığında bizim katıldığımız görüş de budur.

Cinsel haz amacı gütmese de asırlardır İslâm dünyasında sürdürülen ve kutsal kültürümüzün alâmet-i fârikası olmuş kadın erkek tokalaşmasını dışlayan uygulama onun haramlığına değil, bu konuda sedd-i zerâi’ yönteminin uygulanması gereğine inanılmasından kaynaklanmış olsa gerektir ki bu anlayış doğrudur.

Bilinmesi gerektiği gibi temelde mubah – helâl olduğu halde harama sebebiyet verebilecek işlerden kaçınılması Kur’ânî usuldür.13 Bu usûle İslâm Hukuku’nda vesîlelerin önlenmesi anlamına Sedd-i Zerâi’ denilmektedir.

Cinsel amaç gütmese de tokalaşma her an cinsel nitelikli fitneye düşürebileceği için Sedd-i Zerâi’in işletilmesi gerekir. Zira harama yaklaştırıcı davranışlar ve işlerden kaçınılması ve şüphelilerden sakınılması Peygamberimizin de öğüdüdür.14

İslâm’ın, müslümanların yalnızca kültürel, ekonomik ve siyasal iktidarları dönemlerinde değil temel hak ve özgürlüklerinin çiğnenip kısıtlanacağı dönemlerde ve de müslümanlarla İslâm dışı toplulukların iç içe yaşayacağı toplumlarda da yaşanacağı düşünülürse, Kur’ân’a ve Peygamberimize aidiyeti ve anlamı üzerinde ittifak edilmiş Kur’ân bağlantılı Sünnet deliline dayanmadıkça her hangi bir sözü, davranışı ve işi haramlıkla vasıflandırmak İslâm’a bağlılık adına İslâm’la çatışmaktır.

Üzülerek ifade etmek isteriz ki bu gibi helâli haramlaştırma veya farklı görüşleri bilmeksizin ve önemsemeksizin herhangi bir ictihadı İslâm’la özleştirmek gibi hatalar çokça yapılmaktadır. Oysaki Kur’ân bu nevi hataları ağır bir dille haram kılmaktadır.15

Sonuç olarak deriz ki tokalaşma sünnettir. Aralarında mahremiyet ve nikâh bağı bulunmayan kadınla erkeğin cinsel haz amaçlı tokalaşması haramdır. – Doğrusunu Allah bilir- abdesti de bozabilir. Çünkü onların her biri, birbirlerine ulaşamayacak kadar yüce, dokunamayacak kadar kutsaldır. Ancak cinsel amaçlı da olsa tokalaşma müfessir sahâbi İbn-i Abbas’a göre, büyük günahlar ve açık çirkinliklerden kaçınıldıkça bağışlanacak “Lemem” benzeri küçük günahlardandır.16 Kur’ân ve Sünnet’in bu anlayışı doğruladığı da bir gerçektir.17

Cinsel amaç gütmeyen tokalaşma ise temelde helâldir, abdesti de bozmaz.18 Fakat harama yol açabileceği için mücbir bir sebep olmadıkça sakınılmalıdır. Özellikle kadınlarımız ileri derecede kaçınıcı bir duyarlılık göstermelidir. Ancak nefislerine güven duyan veya yaşadıkları seküler toplumda, takdir haklarını kullanarak içinde bulundukları durumu, tokalaşmayı gerektirici; koruyucu veya manevi yarar sağlayıcı bir neden olarak değerlendiren mümin kadınlar ve erkekler ise İslâm adına asla yerilmemelidir.

Hiç şüphesiz huzurunda sorgulanarak niyetlerimize ve amellerimize göre yargılanacağımız otorite yalnızca Allah’tır.

Ali Rıza DEMİRCAN

KAYNAK: Ali Rıza Demircan, Cuma Mesajları, Haklar-Hürriyetler-Vazifeler, Beyan Yayınları, İstanbul, 2008, s: 570-575.

1. Fetih 10; Mümtahine 12. [↩]
2. Aynî, Umdetu’l-Kârî, 22/252. [↩]
3. Şerhu Fethi’l-Kadîr, K. Kerahiyeti F. Fil-… Lemsi 8/98; Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi 4/ 371, Cevheretü’n-Neyyire 2/363, Fetavay-i Hindiye (tercümesi) 12/39. [↩]
4. Ebu Davud, Nikah 44; Buhari, İsti’zan 12. [↩]
5. Ebu Davud, Nikah 44; Aynî 22/240. [↩]
6. Mu’minun 30-31. [↩]
7. Buhari, Îdeyn 2. [↩]
8. Ragıb el-İsfehani, el-Müfredat, Betaşe maddesi. [↩]
9. Nesai, 7/149; İslam Fıkhı Ans. 4/370. [↩]
10. Nihâye, 2/109. [↩]
11. Buhari, Zebâih 33. [↩]
12. Müsned, 5/85, 6/409; Kurtubi Mümtahine 12; İbn Kesir, Mümtahine 12; Kettani, et-Terâtibu’l-İdariyye, İz Yayınları, 1/295; Diyanet İslam Ansiklopedisi, 6/121…, Buhari, Ahkam 43. [↩]
13. En’âm 108. [↩]
14. Buhari, İman 39; Tirmizi, Kıyamet 10. [↩]
15. Yunus 59; Nahl 116; Şûrâ 21. [↩]
16. Buhari, İsti’zan, Bâb: Zine’l-Cevârih…, Ayni, 22/238; İbn Kesir, Necm 32. [↩]
17. Kaynak tefsirlerden şu ayetlerin tefsirine bak: Necm 32; Nisa 31; Hud 114; Ankebut 7. [↩]
18. Farklı görüşler için bkz: Kurtubi, Nisa 43, 5/223. [↩]